24 Eylül 2014 Çarşamba

Mahremiyet ve Bireyciliğe Karşı: Anonimleşme, Tekilleşme ve Ortaklık Üzerine Bir Deneme

20 Şubat 2014
Perşembe

“Bu tarih [mahremiyetin tarihi, y.n.], toplumu ayakta tutan nazik bir dengenin
seküler ve kapitalist varoluşun ilk dalgalarında yitirilişinin tarihidir”
Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü

Kapitalizm, bireyin mucididir. Birey, kapitalizme özgü toplumsal ilişkiler içerisinde üretilir.. Birey, bütün içeriği ve liberal kullanışlılığı ile birlikte aynı anda bir özgürleşme ve baskı olarak görünen paradoksal sürecin içinde, mücadele ve yenilgilerin üzerinde biriktiği bir üründür. Sermaye/üretim devreleri haline gelen kentlerin, tamamen dağıttığı eski ortaklaşmacı/dayanışmacı -ve şüphesiz yine içkin olarak baskıcı ailevi/feodal- biçimlerin ötesinde ve onlara karşı oluşur. Kendini, kendi eyleminin sahiplenicisi/maliki olarak gören, ilkelerini kendisi oluşturarak, sonuçlarını kendine mâl etmek isteyen; bu “özbilinci” bütün diğer ilişkilerinin mutlak belirleyeni olduğu bir toplumsal oluşumdur. Burada ana mesele, bireyin üretim olduğu söylendiğinde onu gerçekten de söylendiği gibi anlamaktır. Yani aslında, daima, belli bir kolektif ilişki alanında işleyen çeşitli bireyselleştirici iktidar edimlerinden bahsetmemiz gerekir. Birey de, tüm diğer toplumsal oluşumlar gibi, kolektif bir varlıktır. Kapitalizm, sürekli farklı toplumsal ilişkilerin içinde hareket eden bir oluşu kapatıp, onu bir birey olarak örgütler. Birey, bu anlamda, özbilinç ile tarif edilen molar bir organizasyondur. Bireyleştirici tertibatlarn ve benlik teknolojilerinin sonucudur. Bunlar, içinde üretimde bulunduğumuz ve yaşadığımız toplumsal uzamın farklı noktalarında farklı şekillerde karşılaştığımız tertibat ve teknolojilerdir. Okulda bireysel notlama, ödev, tez uygulamaları; bireyin sorumluluğunu vurgulayan ve cezalandıran disiplin yönetmelikleri; hocaların hitap etme tarzları vs., okulun içinde, öğrenim ve entelektüel üretim deneyimini kişisel bir deneyim, kişinin kendi bireysel risk, kâr, zarar hesabı, kişinin kendi tutkuları, hırsları olarak yaşamasını sağlayan, kışkırtan, yönlendiren tertibatın bir parçasıdırlar. Burada kişisel gelişim kursları, kendini tanıma teknikleri, yeteneklerin ortaya çıkarılması süreçleri, ama en önemlisi kişinin kendi gelecek kurgusunu ve başarı hırsı için seferber edilen kendi üzerine düşünmeden ve ikbal fantezileri üretiminden oluşan diğer benlik teknolojileri de tanımlanabilirler.


İşte mahremiyet de, tam olarak bu benlik teknolojilerinden biridir ve tamlayanı “açıklık”tır. Mahremiyet, “kendi küçük sırrına” sahip olmaktır. Cinsellik, hırs, kin, çıkar, tutku, haz, para vs. sarmalını kişisel bir deneyim olarak yaşamaktır, bunu talep etmektir. Her biri kimi toplumsal ilişkilerin içinde türeyen, her biri bizzat birer ilişki olan bu duygulanışların, psikolojik olarak yorumlanmasını talep etmektir. Kişisel mahremiyet, küçük sırların dolaştığı, takas edildiği, faş edildiği kolektiflere doğru genişler. Psikoterapi grupları, gerçek eleştirelliğin ötesinde itiraf isteyen “özeleştiri”nin politik örgütleri, açılma toplantıları ile LGBTİ toplulukları, psikanalitik divana zihnen de olsa uzanmış entelektüel teröristler ve dergi çevreleri, mahrem bir paylaşım olarak örgütlenmiş seks üzerine kurulu anarko oluşumlar vs. Mahrem alışkanlıkların dolaştığı ve mahremiyetin ve yabancının dışlanmasının polisiyeleştiği "site"ler, mahrem zevklerin ortaya döküldüğü alışveriş merkezleri vs…

Analitik Alto Kreşendo

“Kendini sev” derler, “kendini tanı” ve “kendin ol”. Bir derinlik olarak deneyimleriz, “kendiliğimizi”: Psikanalitiğin “kişisel bilinçaltı” derinliği; ahlaklılığın vicdani derinliliği; travmanın sessiz ve karanlık derinliği; depresyonun yapayalnız derinliği; yani mahremiyetlikler… Kökenleri ararız; tutunamamazın kökenlerini, sevememizin kökenlerini, travmalarımızın kökenlerini vs. Oysa mühim olan kendini değil, sevmektir. Sevilmek değil -“iğrenç sevilme arzumuz” der Deleuze-, sevmek. Kendin olmak değil, “olduğun şeyden başka bir şey olabilmek”. Kökenler ve derinlikler faşizmdir.

İnsan bir yüzeydir. Ya da daha iyisi, varlık yüzeyeldir. Daima belli topografyaları düşüneceğiz. “Şu” arzulayan makineler, “şuradakilere” eklenir; “şu” iktidar oluşumları ile “şuradaki” arzu cemaatleri mücadele etmektedir. İktidar içimizde değil, bitişiktedir -Kafka’nın Dava’sında mahkeme odalarının bitişikliği-. Daha ziyade bir içsellik deneyimi üreten şey, belli bir yüzey ile diğerleri arasındaki bağlantıları bloke eden, arzunun kolektif bağını ezen, bitişikteki belli iktidar oluşumlarıdır. Yukarıda tanımladığımız okuldaki söylemsel, yasal, pratik vs. iktidar oluşumları sayesinde akademideki kolektif öğrenim deneyimi, kişiselleşmekte, kişinin içsel bir sorumluluk ve başarı hırsı olarak deneyimlenmektedir.

Mücadele için işte bu tarz bir coğrafi/topografik düşünmeye ve analize ihtiyaç var. “Birey”leri var sayamayız. Daha ziyade, “şöyle bir birey” olmamızı, belli bir anda belli bir bireylik deneyimi yaşamımızı sağlayan, kolektif bağlarımızı çözen ve yıkan iktidar oluşumları ve etkilerinin analizini yapabilmeliyiz. Burada artık analiz, tamamen dönüşüme yönelmek zorundadır. Keşfedildiği yerde blokları kırmaya, bulundukları bitişiklikte yeni arzu yüzeyleriyle, bir başka(sının) arzulayan-makineleri, çabası, duyguları, bedeni ile daha üst düzey bir ortaklığa, dönüştürücü ve kolektif bir kudret artışı sağlayacak bir toplumsallaşmaya doğru bağlantı sağlamaya yönelik bir pratik analiz: Ki örgütlenmek başka nedir ki?: “Başkasını sev”, “yapabileceklerini, kudretini öğren/arttır”, “dönüşümü deneyimle”.

Foucault, panopticonun disiplin toplumunda, hem bireyleştirici hem de kitleselleştirici temel teknolojilerden biri olduğunu söylemişti. Bugün, denetim toplumlarında bu işlevlerin yoğunlaştığı teknolojilerden biri ise kolektiflerimizdir. Ailelerimiz, arkadaş gruplarımız, örgütlerimiz vs. Bir molar kolektif -tabi-grup diyor buna Guattari- aynı anda hem kimlikleştirici, hem de bireyselleştirici işlevler yüklenir.

“Baktım sürekli suçüstü arıyor,
vurdum içimdeki polisi,
vurun içinizdeki polisi.”
Thaless Al-Rhazess

Vaka 1

Açılma toplantısı derler. İnsanlar bekleşir, bir kişi grubun önüne çıkar, herkes yarı mutlu ve gergindir. Bir şekilde söylenmeden bilinen şeyin itirafını izleyeceklerdir. Gelir, derin bir nefes çeker ve söyler: “Ben geyim”. Veya “Ben lezbiyenim”. Veya “Ben transım” vs. İtiraf alınmıştır, kimlik onanmıştır, grup kimliğin faş edildiği anda adayı tam üyeliğe kabul eder -o zamana kadar yarı dışarıda, yarı içeride; araftadır- ve aday kimliğini tanımladığı anda, dilsel bir bağıntı halinde, bireyselliğini de tanımlar: “Ben …im”, "Demekki ben, her zamanın O idim!". Bu LGBTİ örgütlerinin “komünyon”udur. Hristiyanca, pek Hristiyanca! Aidiyet kurulur, oluş ihtimali kapanılır, tabi-grubun temel işlevi işte tam da budur: Kimlik yoluyla tabi kılma. Oysa çaprazlama ilişkiler kurabilmek varken! Queer “akademik” değildir, politiktir, anarşiktir, komünisttir ve yaşamsaldır.

Oysa işte tam da böyle bir yeraltı yaşamı icra ederler. Penisler, vajinalar, ağızlar, eller, ayaklar, fısıltılar, nefesler, bir dans ritmi, bir şarkı melodisi, alkoller, uyuşturucular, barların, kafelerin içinde(n) birbirine eklemlenir, “ben geyim”in karşısına, kolektif bir gey-oluş çıkar. Kimlik dört bir yandan sızar ve kaçırır. Kimlikli molar cemaatler, moleküler oluşların, moleküler bir devrimin istilasına uğrar. Mahrem olmadığı gibi açık da edilemeyen bir anonim gizlilik oluşur. Bütün bedenler kolektif bir arzu topluluğu oluşturmak üzere arzulayan-makinelere dönüşür. Artık grup “kimlik yoluyla”, kişiselleştirerek tabi kılmaz, daha ziyade karşılaşmaları, tekil ilişkileri örgütleyerek, kolektif ve tekil eyleme kudretini artırır ve kolektif dönüşüm süreçlerinin önünü açar: Özne-grup.

Özel Olan ve Kamusal Olan

Mahremiyet/açıklık kapitalizmin iki mülkleştirme biçimi ile paraleldir: Özel ve kamusal. Özel olan, kendini, bütün bir liberalizmin tarihi boyunca, iktidardan arınmış devletsiz bir bölge olarak sundu ve güncel politika için devlete karşı çıkmanın bir yolu olarak kullanıldı. Çoğu zaman, kendimizi, “özel yaşamın gizliliği”ni öne çıkartarak savunmak ve devletin en büyük suçlarından biri olarak “mahremiyetin ihlalini” göstermek zorunda hissettik. Politika yapma hakkımızı savunmak, yaşam alanlarımızın çitlenmesini durdurmak için de kamusal alan savunması yaptık.

Oysa Foucault sayesinde biliyoruz ki, liberalizmin özel yaşamı iktidar ilişkilerinin göbeğidir: Biyopolitika. Daha ziyade devlet denilen şey, ikincildir ve bu özel alandaki iktidar ilişkileri ağının bir sonucu ve idarecisidir. Günlük, kılcal ve gizil iç savaşı yönetir ve dağıtır. O halde, özel olan her daim, belli iktidar tertibatları ile politik olan tarafından kat edilir. Ve kamusal olan ise, ortak olanın çitlenmesinin, devlet mülkiyeti haline getirilmesinin adı değilse, nedir ki? Kamusal/özel, kapitalist mülkiyetin özdeş fakat farklı tarzlarda işleyen iki tamlayanıdır. Devlete karşı özeli, sermayeye karşı kamusalı savunmak, bizi kapitalizmin ve devletin bir adım bile ötesine götürmüyor. Çuvalladığımızı kabul edelim.

Kapital, kapitalist üretimin, nasıl mahrem bir karaktere dönüştürdüğünün anlatısıdır: Özel mülkiyet haline gelen yaratım kudreti [emek-gücü], özel mülkiyet haline gelen ürün[meta], özel mülkiyet haline gelen zenginlik [sermaye]. Öyle ki, 80’li yıllar sonrası dünyada, Neoliberalizm de denilen şey ile birlikte, emek-gücünün, kişisel sermaye ve yatırım nesnesi haline dönüşümünü de yaşamıştır. Dil kursları, kişisel yönetim kursları, eğitim, bizzat aile, bizzat dostluklar, kitaplar vs., kişinin kişisel sermayesine dönüşmüş mahrem emek-gücüne yaptığı yatırımlardan başka nedir ki? İşte mahremiyet… özellikle molar cemaatlerin kendilerine özgü bir bastırma biçimi vardır. Birey merkezli olsun veya olmasın, bu cemaatler, kişisel sermayeyi arttırmaya ve kişisel güvenlik duygusunu tatmine yönelirler: Aşırı terörize bir toplumun, paranoyak oluşumları! Bu cemaatler (büyük harfle yazılanı da, özellikle o), kişisel başarının ve hazzın garanti altına alındığı, bir çeyrek anti-kapitalist (kapitalizmin risklerini telafiye yöneldiği, ona karşı direnç gösterdiği için), üç çeyrek ise yeniden-kapitalist (kendi özgün sermaye ilişkilerini kurduğu, sömürü ve bastırma rejimini işlettiği için) oluşumlardır. Her halükarda bu cemaatler büyütülmüş bir özel olana, ve küçültülmüş bir kamusala sahip olarak, özel/kamusal ayrımını anlamsızlaştırırlar.

Vaka 2

Mahremiyet toplulukları olan bu cemaatler, küçük aile sırları, büyük debdebeli bireysel ve kolektif itiraflar, çirkin sırların takası vs. üzerinden işlerler. Daha doğrusu, bu kolektiflerde arzunun bastırılması, onun çirkin kişisel mahrem bir sır/duygu haline getirilerek toplumsallığının reddi üzerine kuruludur. Şeyhinin kızı ile cinsel ilişki rüyası/arzusu yüzünden paranoyaya kapılan Muharrem’i hatırlayın (Takva Filmi). Muharrem, tarikatın dünyevi işlerini yürütmek ile görevlendirilir ve mali işleri üstlenir. O, tarikatın sınırına ilerler ve kapitalist makine ve para akışına kapılır. Kapitalizm, Muharrem’in Despotun-Şeyhin- bedenine yatırdığı arzuyu yersiz yurtsuzlaştırarak sermaye akışına bağlar. Şimdiden ne çok toplumsal olay! Oysa despot bir makine olarak hareket eden, Muharrem’in kolektif arzulama üretimini bastıran, onun toplumsallaşmasını ve devrimci oluş ihtimallerini durduran tarikat, bu arzuyu bir cinsel hazza, utanç verici mahrem bir rüyaya dönüştürerek, kişiselleştirerek onu yıkıma uğratır: Katatoni.

“Gerekli olan şey, çoğalma ve yer değiştirme yoluyla çeşitli düzenlemeleri 'bireysizleştirmek'tir. Grup, hiyerarşikleştirilmiş bireyleri birleştiren
organik bağ olmamalı, sürekli bir 'bireysizleştirme' kaynağı olmalıdır”
 Michel Foucault, Anti-Ödipus’a Önsöz


Devlete karşı çıkarken mahremiyete ayak basamayız, sermaye karşısında açıklık talep edemeyiz; çünkü iktidarın bastırma rejimleri mahremiyeti oluşturmak için, onun itirafını talep ederler. Kendi küçük gizimizi oluşturmak için, önce onun itiraf edilmesi gerektiğini kabul etmemiz gerekir. Bu etkin bir öznel dikkat gerektirir: işte mahremiyetin oluşumu. Bir mahremiyet duygusu oluşturmadan, hiçbir bireyselleştirici benlik tekniğini kabul edemeyiz. O yüzden bunun ötesinde, anonimleşmek için kolektif bir sır, bir itiraf edilemeyen cemaat kurabilmeliyiz. Ortaklaşmanın ve ortaklıkta, kolektif sırda kendi ötemize geçmenin yolunu icat etmeliyiz. Kapitalizme karşı en güçlü silahımız: Ortak olan.

Öğrenci evlerinde ne yapıyoruz? Neden iktidar tarafından hedef alındık? Öğrenci evlerinde, normun ötesinde evlilik-dışı, heteroseksüellik dışı vs. mahrem bir cinsellik deneyimi yaşadığımızdan-en azından bunun ihtimalinin hazır oluşundan-, bu mahrem yaşamımızın göze battığından, bunun engellenmek ve normu yıkacak her tür deneyimin baskı altına alınmak istendiği söylenebilir. Doğrudur da, ama tamamen değil. Daha ilginç ve politik bir perspektiften öğrenci evindeki mahrem değil, ortak olan ilgiye değerdir. Öğrenci evleri, tam da Muammer Güler’in belirttiği gibi örgüt evleridir ama onun belirttiğinin çok daha ötesinde. Herkesin kendi bacağından asıldığı yurtların aksine öğrenci evleri, mikro bir dayanışma ve ortaklaşmanın hüküm sürdüğü yerlerdir. Müziğin, cinselliğin, yemeğin, içkinin, çayın, kitabın, acının ve sevginin paylaşıldığı öğrenci evleri, oradaki ortaklık yaşamını deneyimleyenleri psikologlardan, psikiyatriden, parasızlıktan korkunç saatleri korkunç düşük ücretler için çalışmakla geçirmekten, derslerden kalma ve okulu uzatma telaşından vs. bir dereceye kadar korumaktadır. Kapitalist devrelerin baskısını azaltmakta ve dayanışmacı ve kolektif bir yaşamı üretmektedir. İşte asıl önemli yan budur. Ve işte politik mücadelenin asıl olarak hâlihazırda kapitalizme nasıl direnmekte olduğumuzun analizine ayak basarak büyütülmesi bu yüzden gerekmektedir. Öğrenci evlerini büyütelim, örgütleyelim ve politize edelim! Hâlihazırda icra ettiğimiz direnişleri toplumsallaştıralım, ortaklaştıralım!

Vaka 3

İnternette sansür ve gözetlemeyi yasal olarak katmerlendiren ve alenen bilgi paylaşımını imkansızlaştırmaya yönelen yeni bir yasa geçti. Şimdiden, bu yasaya karşı mahremiyet ve özel yaşamın gizliliği argümanları dolaşıma girdi. Oysaki internet, çağımızın ortak olanlarının en muazzamı ve potansiyeli en yüksek olanıdır. İnternet ağı sayesinde dünyanın dört bir yanında CERN projesinde kolektif ve mülkiyet ötesi bir bilimsel çaba icra ediliyor. İnternet, ne özel, ne kamusal olmayan, mülkiyet-ötesi bir ortaklık kurmanın, mülkiyetsizleştirmenin en hızlı yaşandığı/yaşanabileceği bir alandır. Filmlerden, kitaplara, bilgi, internette gerçek bir ortaklık olarak deneyimlenir. Peki, ama nasıl yapmalı? İnternet yasağı konusunda sözümüzü ve politikamızı nasıl kuracağız? Bu soruya net bir cevap bulmak kolay değil ama elimizde korsanlık, anonim görünmezlik altında paylaşım sistemleri gibi ayrıksı yollar var. Bütün bir internet ağının, uTorrent’e dönüştüğünü hayal edin ve bütün kullanıcılar, kendi gerçek ID’lerinden bağımsız bir paylaşım kurabilsinler. Her özgün paylaşımda, yeni bir ID, yeni bir konum. Öyleki ID artık sabit bir kimliğe değil de, göçebe bir hareketlilikte geçici bir konuma tekabül etsin. Artık tanınmak yok, izlenmek yok, patentler ve dijital mülkiyet yok. İşte halihazırda yaptığımız bu pratikleri, gerçek bir politik eyleme nasıl tahvil edeceğiz? TİB’i nasıl yıkarız, yıkmaya yönelmeden, aktif ve ondan sızan bir paylaşım tarzı icra edip altını oyarak? İşte politik bir sorun.

“Büyük gizlilik, saklanacak hiçbir şey olmadığı ve
kimsenin sizi yakalayamadığı vakittir.”
Gilles Deleuze, Diyaloglar

Mahremiyete Karşı Anonimleşme, Açıklığa Karşı Ortaklık

Sennett, yaşamımızın giderek daha fazla bireysel terimlerle ölçülen, benliğin ölçü olarak alındığı bir kötülüğe dönüştüğünü söyler. Etrafımızı kendi başarısının, kendi tatmininin, kendi hazzının hırsı ile gözleri dönmüş bireyler doldurmuş durumda ve bu bireyler, kapitalist dünyanın en mükemmel, yaralı, yalnız ve acılı sonuçlarıdır. Aç kalmamak için, ufacık bir şey üretebilmek için, küçük bir mutluluk için katlanılan bunca acı, yoksulluk ve yalnızlık... Kanser bu toplumun metalarının değil, ilişkilerinin yapaylığının sonucudur. Hepimiz kanser(liy)iz. Kanser bir uzak ihtimal değil, savaştığımız ve kapitalizm altında iktidar oluşumları tarafından üretilen öznelliğimizden ayrılabilinemez bir gerçekliktir.

Bu savaşı bireyler olarak veremeyeceğimiz gibi molar ve kimlikli cemaatler [tabi-gruplar] olarak da veremeyiz. Mücadelenin kendisi ile araç bir ve aynı şeydir. Politik mücadele, her durumda içinde yeni imkânları kolektif bir kapasite artışıyla deneyimleyebildiğimiz, başka türlü bir yaşamı üretebilmek için yeni bir cemaat/topluluk yaşamı kurmakla ilgilidir. Komünizmi/anarşizmi yaşayabiliriz, başka bir dünyayı yaşamak zorundayız. Kolektiflerimiz, cemaatlerimiz birer araç değil, bizim arzumuzu ve çabamızı toplumsallaştıran ve pre-figüre eden [önden gösterim, Gezi Komün’ünün komünist paylaşımı olduğu yerde, şimdi ve burada var etmesi vs.] temel yaşam ve mücadele amaçlarımız olmalıdır.

Nakarat

Bir ar(k)a sokakta kendi tanınmaz-oluşunu icra etmek vardır: Karanlıkta, hafif eğik baş, başa geçirilmiş kapüşon, hafif hülyalı bir bakış… Gezi’de veya daha başkalarında: maske yüzde, kalabalığın ortasında, slogan atan ağız, taş atan el, kollayan gözler… Uyuşturucu kullanıcılarının bazıları uyuşturucuyu dahi kendi kişisel hazları ve mahrem deneyimleri olarak yaşarlar, ne büyük talihsizlik! Oysa uyuşturucuda kendi tanınmaz-oluşlarını, kişisizleşmelerini icra edenler vardır: Algı dönüşümü, yeni anonim algılar… Ve bunu uyuşturucu kullanmadan yapmak, işte size sahici bir politik problem!

Tezer Özlü, Yaşamın Kıyısına Yolculuk’ta seyahat halinde, başka şehirlerde anonimleşmeyi, tanınmaz-oluşunu icra eder. Kendi kıyısına yolculuktur bu, Pavese-oluş, artık kendisi olmayı düşünmediği, kendi kendisini anonimleştirdiği, bir kolektif düzenlemeden başka bir şey olmadığı bir an vardır. Ve Tezer Özlü’de melankoli bulan, onu psikozlarıyla okuyanlara yazıklar olsun! Tezer Özlü asla psikozuyla yazmaz, ondan bahsederken bile onu sınırına iter, dışarıda bırakır, başka bir şey olur, kesintiye uğratır. Ve “Çocukluğun Soğuk Geceleri” ince bir mizah kitabı değilse, başka nedir ki?

Zebercet, her şeyin ötesinde, bir anonimlikten, bir kolektif düzenlemeden başka nedir ki? Artık özdeşim kurulmaz, okurken düzenlemeye girilir, parça olunur, aracı olunur. Kendi mahrem özdeşimini arayan nevrotik okura yazıklar olsun!

…Ve kendi mahremiyetini arzulayan nevrotiğe yazıklar olsun! Kişisel depresyonuna gömülüp, küçücük odasına hapsolmuş birçok karadelik-insan var. Ve bu bir politik tertibat olduğu oranda hepimizin bir karadelik-olma durumundan geçmesi söz konusudur, hangimiz bıktırıcı kalabalığın içinde “Azıcık mahremiyet!” diyecek kadar paranoyaya yaklaşmadık ki… O yüzden, bir ar(k)a sokakta buluşur gibi, bir eyleme katılır gibi, bir kolektif kafe işletir gibi, öğrenci evimizde dostlarımızla sofrada buluşur gibi içine gireceğimiz ortaklıklar, dost meclisleri ve devrimci örgütler örgütlemeliyiz; kendimizi devrimci bir kolektif olarak örgütlemeliyiz. Ve bütün bu kolektiflerin devrimci bir oluşa sürükleneceği politik perspektifi… Ta ki kendimizin ötesine geçene kadar: başka bir şey-oluş.

[Bu yazının zorlama bir şekilde bir araya getirdiği fikirler şu kitaplardan ve metinlerden araklanmıştır: Karl Marx, Kapital/Deleuze & Guattari, Anti-Ödipus/Deleuze & Parnet, Diyaloglar/Guattari, Molecular Revolution/Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü/Foucault, Hapishanenin Doğuşu/Foucault, Benlik Teknolojileri/Foucault, Bireylerin Siyasal Teknolojisi/ Dardot & Laval, Dünyanın Yeni Aklı: Neoliberal Toplum Üzerine Deneme/Hardt & Negri, Ortak Zenginlik/Tezer Özlü, Yaşamın Kıyısına Yolculuk/Maurice Blanchot, İtiraf Edilemeyen Cemaat/Agamben, Gelmekte Olan Ortaklık]

*Minimal şiirini kullanmama izin verdiği için Thaless Al-Rhazess’e teşekkür ederim.


1 yorum:

  1. Güzel makaleler ! Bütün makaleler güzel de sanki kimsesiz bu blog, yazım durmuş, yenilerini bekliyoruz.

    YanıtlaSil